II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya Mayıs 1945’te kayıtsız ve şartsız şekilde dört müttefik devlete teslim oldu. Müttefik saldırıları nedeniyle Alman şehirleri harabeye dönmüş, tüm altyapı ve üst yapı tahrip olmuştu. Postdam Konferansında kalan Alman toprakları dört büyük müttefik devlete paylaştırılmıştı. Komünist ve komunist olmayan rejimler arasına Churchill’in deyimi ile bir “demir perde” inmişti. Almanya Demokratik Almanya ve Federal Almanya olarak bölünmüştü. Demokratik Almanya’da Sovyet rejiminin etkinliğini artırması ile birlikte ABD Federal Almanya’yı desteklemeye karar vermişti. Almanya ekonomisi reformlar vasıtasıyla 1948’den on yıl sonra sanayi üretimini dört katına çıkaracaktı. 

Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmasa da 1940-1950 arasında savaş ekonomisi şartlarında faaliyet gösteriyordu. Silah altına alınanlar nedeniyle üretim çok azalmıştı.

1950’de iktidarın CHP’den Demokrat Parti’ye geçmesi ile tarımda makineleşme sonucu kırsal nüfus azalmış, kentlere göç başlamıştı. Henüz yeterince sanayileşememiş kentlerde göç nedeniyle işsizlik baş göstermişti. Resmi rakamlara göre işsizlik 1.5 milyondu ve bu rakam tarım yapılmayan sezonda 5 milyona ulaşıyordu. Varolan kent koşulları, köyden kente gelenlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için uygun bir ortam sağlamamıştı.

Doğu ve Batı bloğu arasında,1950 tarihinde Kore Savaşı ile başlayan Soğuk Savaş Stalin’in 1953’teki ölümü ile tansiyonunu düşürmüştü. Fakat ilerleyen yıllardaki Federal Almanya’nın ekonomik büyümesi ve silahlanması Doğu bloğunu rahatsız ediyordu. Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya geçmekte olan nüfus bir prestij sorunu haline gelmişti. Bu nüfus hareketliliğini engellemek için 1961 yılında Berlin’i ikiye ayıracak bir duvar inşa edilmeye başlandı. Bu duvar nedeniyle Demokratik Almanya’dan göçlerin durması Federal Almanya’da ucuz iş gücü açığı ortaya çıkardı. Avrupa’nın en hızlı gelişen ekonomisi iş gücüne ihtiyaç duymaktaydı.

Federal Almanya’da ellilerden itibaren II. Dünya Savaşında tahrip olan metro ve yol inşası ile gelişmekte olan sanayi ve madencilik gibi sektörlerde yeterli iş gücünün olmaması ithal işçiyi zorunlu kılmıştı. Federal Almanya’da iş gücü azlığı nedeniyle iş piyasasında işçi ücretlerinin yükselmesi, çalışmaya uygun olmayan yaşlı nüfus, okul sürelerinin uzaması, hizmet sektörünün genişlemesi, ordunun yeniden kurulması, emeklilik yaşının düşürülmesi ve erken emekliliğin artmasının sonucunda işçi sıkıntısı daha da artmıştı.

4 milyon iş gücü ihtiyacı olan Federal Almanya genç nüfusun fazla olduğu İtalya, Yunanistan, İspanya, Türkiye, Portekiz, Tunus ve Yugoslavya ile ithal işçi anlaşmaları imzalamaya başlamıştı.

Türkiye’deki kentleşmeye yönelik göç ve dolayısıyla yeterli iş imkanlarının oluşmaması işsizliğe neden olmuştu. Bu nedenle iş imkanı bulamayan kesimin yurt dışına gönderilmesi önem arz etmekteydi.

Türkiye’den Almanya’ya ilk iş göçü 1957 yılında staj amaçlı gönderilen 12 kişilik kafiledir, bu sayı daha sonra 200 kişiye çıkmıştı. Bu şekilde eğitim amaçlı gönderilenlerin artırılması planlanırken Türkiye’de 1960 ihtilali olmuş ve yeni anayasa kabul edilmiştir.

1961 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Anayasası’nın 18. Maddesi ile vatandaşlara yurt dışına serbestçe seyahat edebilme hakkının verilmesinden sonra Türkler, önceki yıllara göre daha rahatça yurt dışına çıkabilme olanağı bulmuşlar ve böylece ilk Türk iş gücü göçü 1961’den itibaren başlamıştır.

1961 yılında öncelikli olarak yurt dışına işçi gönderilmesi için Türkiye ve Almanya arasında hiç tören yapılmadan iki sayfadan ibaret bir iş göçü anlaşması imzalanmıştır. İşçi gönderilmesinin nedeni, nüfus patlamasına paralel olarak artan işsizlik, işçiler aracılığıyla gelecek olan dövizlerle hem ülke ekonomisinin kalkınması, hem de döviz ihtiyacının giderilmesi, yurtdışına giden işçilerin Türkiye’ye döndüklerinde iş tecrübeleri ve bilgilerinden yararlanılmasıydı.

İlk başvurularda 2500 kadarı kadın olmak üzere 45 bin Türk başvurmuştur. İşgücü alımının durdurulduğu 1973’e kadar 2 milyon 659 bin 512 işçi çalıştırılmak üzere Almanya’ya getirilecektir.

Sirkeci’de Kılıç Ali Paşa Cami’nin avlusuna bakan irtibat bürolarında başvuranlar “tepeden tırnağa” kontrol edilmekte, dişlerindeki çürüklere kadar değerlendirilmeye tabi tutulmaktaydılar. Kadın adaylarda bile sağlıksız veya hamile olanlar hemen elenmekteydi. Bunun nedeni, Almanya’da zor şartlarda sağlıklı işçilere ihtiyaç duyulmasıydı.

İlk anlaşmada işçi alımının geçici ve en fazla iki yıllık olacağı belirtilmişti. Bu nedenle işçiler geri dönme hayali ile yola çıkmışlardı. İlk sefer 3 Kasım 1961’de “İstanbul Ekspres” e binen 68 işçi ile başladı ve  her hafta günde iki sefer olarak devam etti.

Sevkiyatın Türkiye kısmından sorumlu İŞKUR yetkilileri işçilere yolculuk günü takım elbise, kravat ve siyah kunduralarla gelmelerini tembihliyorlardı. Yola çıkanlardan bazıları üç günlük yol boyunca kravatlarını bile çıkarmamışlardı. Oysa Almanya’ya vardıklarında onları işçi tulumları bekliyordu, artık “kravatlarını Ren Nehri’ne atabilirler”di. Ama yıllar sonra tatil için yurda şık ceketler, ipek gömlekler, fötr şapka, bol paça pantolonlar ve parlak kunduralarla döneceklerdi.

Almanya’da gönderilecek işçilerin yanlarına alacakları şeyler birkaç kutu konserve, bir kilo zeytin, üç kilo sigara, bir kilo içki, iki yüz Türk lirasına kadar nakit, değeri bin lirayı geçmeyen şahsi mal veya eşya, değeri bin beş yüz lirayı geçmeyen şahsi saat, yüzük gibi mücevherat ile sınırlandırılmıştı. Yanlarına verilen 89,5 Alman markıyla Sirkeci Garı’ndan gönderilen göçmen işçilere gardaki memurlar Almanya’da nasıl davranmaları, yaşamaları ve günlük hijyenlerini nasıl yapmaları gerektiğine kadar öğütler vermişlerdi. Sirkeci Garı’ndaki 11. Perondan kalkan trenler Münih’te 12. Perona yanaştığında işçilere bir elma, bir muz ve bir armuttan oluşan kumanyalar dağıtılmıştı. Münih’te trenden indiklerinde onları çalışacakları fabrikalarına götürecek Alman işverenler onları bekliyor oluyordu.

İlk olarak Köln’deki Ford-Taunus otomobil fabrikasında çalışmak üzere yola çıkan işçiler başlangıçta şehir kökenli, vasıflı işçilerden oluşmaktaydı. En az ilkokul eğitimi almış, çoğu devlet memuru, bir kısmı sanayi işçisi ve dükkan sahibiydiler. Bu dönemde şehir kökenli göçmenlerin oranı kırsal kökenlilerden çok daha fazlaydı. Ama zamanla köyünden çıkıp gelenler de Almanya’nın işçi ihtiyacını karşılamaya başlayacaktı.

İlk gelen işçiler işyerlerinin yakınındaki “heim” denen yurtlarda hep beraber bekar hayatı yaşamaktaydılar. Almanca “heimat” yani vatan kelimesinin kökü olan “heim”lar, yani evler gurbetçiler için de bir vatan, bir ev olacaktı. Gurbetçiler helal olduğundan emin olmadıkları işyeri yemeklerini yememekte, yurtlarda tek yapmayı bildikleri makarnaları pişirip yemekteydiler. Öyle ki sağlık kontrolü ile gelen gurbetçilerin çoğu bir süre sonra vitaminsizlikten verem olacaklardı.

Alman işverenlerin bu vasıflı işçilerden memnun olması nedeniyle rotasyon koşulu kaldırılmış, Alman işverenlerin talepleri karşılığında doğrudan Türk işçilerin tavsiyesi işçi getirilmesine imkan sağlanmıştır. Bu sayede yerleşik işçiler hemşehri bağları ile doğrudan köylerden akrabalarını ve arkadaşlarını Almanya’ya getirmişlerdir. Bu yeni gelenlerin çoğu erkek, evli olmasına rağmen eşinden ve çocuklarından ayrı yaşayan, 25-35 yaşlarında, ortalama ilkokulun üç sınıfını bitirmiş kişilerdi.

Bu işçilerin çoğunun tek dileği, en kısa zamanda, en fazla para biriktirerek Türkiye’de kendi küçük işletmelerini açacak sermayeyi sağlamaktı, sadece bir otomobil alma hevesiyle Almanya’ya gidenler de olmuştu. Aylık ücretlerinin yarısını harcayıp diğer yarısını biriktiriyorlardı. Biriktirdikleri paraları harcamamak için sadece hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Gurbetçiler için Almanya sadece bir “mecburi hizmet”ti.

Altmışların başında Almanya’daki yabancı işçi sayısı olarak beşinci sırada olan Türkler yetmişlerin başında en kalabalık işçi sayısına ulaşacaklardır. Türkiye elindeki kalifiye iş gücünün üçte birini yurt dışına göndermişti.

Göç başladığında Almanların ilk düşünceleri, bu insanların gerektiği kadar çalışıp geri dönmeleriydi. Ancak gelen her işçi belli bir hizmet öncesi eğitimden geçirilmekte ve bu işçi rotasyonları pahalıya mal olmaktaydı. Federal hükümet konuk işçilerin bir veya iki yıl çalıştıktan sonra geri gönderilip yerine yenilerinin istihdam edilmesine dayalı bir rotasyon uygulamak istese de Türk işçileri en verimli çalışan işçiler olarak göze çarpmakta, diğer ülkelerden gelen işçilere göre daha düşük ücretle çalışmaktadırlar. Bu nedenle 1964’te yeni bir anlaşma ile iki yıllık oturma izni sınırlaması kaldırılmıştır.

Böylelikle iş anlamları sona erenlerin çoğu Almanya’da kalmaya devam etmişlerdir. Almanlar altmışlı yılların ilk yarısında çalışmaya gelen Türk ve diğer uluslardan insanlara “Fremdarbeiter-Yabancı İşçi” demektedirler. Türkler için pek bilinmeyen bir tanım da “Heuss-Türkleri”dir. Bunun tanımın nedeni, anlaşmadan üç yıl önce meslek öğrenmeye gelen Türklerin Alman Cumhurbaşkanı Theodor Heuss tarafından davet edilmeleriydi. Zamanla bu terim “Gastarbeiter-Misafir İşçi”ye dönüşecekti. Gelen işçiler Almanlar için hep misafir olarak görülecekti. Bu terim yıllar sonra ailelerin gelip Almanya doğumlu çocukların artması ile birlikte “Auslandische Mitbürger-Yabancı Hemşehri” haline gelecektir. Almanya’daki bu sıfat değişikliğine bağlı olarak Türkiye’de de “Alaman işçi” terimi“Gurbetçi”ye evrilmiştir. Türkler için Almanya artık kalıcı bir gurbettir.

Misafir işçiler en kısa zamanda para biriktirerek memleketlerine dönmek istediklerinden konuk ülkenin dilini öğrenmekte isteksizdiler. İşyerlerinde gerektiği kadar dil öğrenen göçmen işçiler Türkçe ihtiyaçlarını kendi aralarındaki sohbetlerle karşılamaktaydılar. Hep beraber yaşayıp hep beraber vakit geçirdiklerinden Almanca öğrenmeye ihtiyaç duymamaktaydılar. Dil bilmediklerinden fabrikalardaki uyarıları anlamamaktaydılar, bu nedenle iş kazaları artmakta ve sakatlıklar oluşmaktaydı. Hatta dil bilmemeleri alışverişlerinde soruna yol açmakta, tavuk veya süt almak istediklerinde kasiyere ‘gıdaklamak’ta ya da ‘mölemekte’ydiler.

Bu ilk dönemde Türk göçmen işçilerin Türkçe ihtiyaçlarını karşılamanın yolu, kaldıkları yurtlarda beraber dinledikleri Türkçe yayın yapan radyolardır. Türk işçiler vatan topraklarından haber alabilmek ve Türk ezgilerini dinleyebilmek için radyo yayınlarını dinlemek istemekteydiler. Kısa dalga Ankara Radyosu yayın parazit yaptığından veya kısa bir zaman çaldıktan sonra yayın kaybolduğundan Almanya’dan neredeyse hiç dinlenemiyordu. Budapeşte’den Türkçe yayın yapan radyosu ise gayet iyi takip edilebiliyordu. Türkçe şarkılara, türkülere hasret kalan işçiler bu radyoyu takip etmekteydiler. Ancak bu radyoda birkaç plak çaldıktan sonra komunist siyasi propaganda başladığı için işçiler rahatsız oluyorlardı.

Alman hükümeti Kasım 1964’te her gün İtalyanca, İspanyolca, Yunanca ve Türkçe kırkbeş dakikalık yayın yapılmasına karar vermişti. Bu anadilde yapılan yayınların amacı, misafir işçilere bir yandan ülkelerindeki haberleri ulaştırmak, bir yandan da Almanya’daki yaşantılarına yön vermekti. Köln’de Türklerin “Köln Radyosu” olarak adlandırdığı “Westdeustcher Rundfunk” tarafından hazırlanan Türkçe programlar öteki eyaletlerin radyo kurumları tarafından naklen veya banttan yayınlanmaya başlamıştı.

23 Aralık 1965 günü gurbetçiler Almanya Radyo ve Televizyon Kurumu (ARD) tarafından ilk televizyon yayını için ekran karşısına geçtiler. Ramazana denk gelen yayın Kuran-ı Kerim’le başlayıp Muzaffer Akgün’den bir türkü ile sona ererken gurbetçilerin vatan hasreti bir nebze dinmişti.

Misafir işçilerin Türkçe ihtiyacını gidermenin bir yolu da, sinema filmleriydı. İlk film ihracatı, trenlerle Almanya’ya gidenlerin yanında taşıdığı filmlerdi. Bu filmler Türk işçilerin memleketten haber almak için biriktiği tren garlarının etrafındaki salonları kiralanarak gösterilmekteydi. Daha sonra sinemalar kiralanarak film gösterimleri yapılmaya başlandı. Berlin, Stutgart, Münih, Hamburg veya Köln olmak üzere dört bölgede dört ayrı dağıtımcı Türkiye’den gelen filmlerin Almanya haklarını satın alıyorlar ve kiraladıkları sinemalarda Türklere gösteriyorlardı. Filmler Türkiye’de mevcut bölge işletmeciliğinin bir benzeri gibi bölgeler arasında sırayla gösterilip tüm Almanya’yı turlamaktaydı.

Almanya’da yaşayan Türklerin dörtte üçünün ara sıra sinemaya gittiği tespit edilmiştir. İthal sinema sektörü yabancıların sayılarının yükselmesi ile tüm Almanya’ya yayılmış ve büyümüştür. Almanya’daki bu sinema piyasası sekiz dağıtım firması aracılığıyla yürütülmekteydi. Bu firmaların üç tanesi Almanlar, dört tanesi Türkler ve bir tanesi de Yunanlılar tarafından faaliyete geçirilmişti. Bu dört Türk firma Ata Film (Köln), Ersel (İstanbul), Kalkavan Film (Neuss) ve Sanver Film (Münih)’tir. Her Türk film şirketi 300 ila 600 arasında Türk filmini Almanya’ya ithal etmekteydi. Almanya’da gösterilen filmler çoğu zaman melodramik aşk filmleri, hareketli polisiye filmler ve komedilerden oluşmaktaydı. Bu filmlerinin bir çoğunun konusu birbirine benzemekte, yalnızca oyuncuları değişmekteydi, çünkü Türk işçilerin film izleme isteği filmlerin konularından çok, Türkçe dilini duyma ihtiyacına dayanmaktaydı.

İlk gelen Türk işçiler, Almanya’da dört ila altı yıl gibi sınırlı bir süre kalıp, para biriktirdikten ve işyerlerinde belirli bir bilgi birikimi edindikten sonra tekrar Türkiye’ye geri dönerek kendi kurdukları bireysel işyerlerinde serbest sahibi olma düşüncesiydeydiler.

İlk yıllarda gelen misafir işçilerin ailelerini Türkiye’de bırakmış veya bekar olmaları, Almanya’da uzun süre kalmayı amaçlamamaları ve tasarruf amacıyla bir arada yaşamaları gettolaşmaya neden olmuştur. Gettolaşmanın aileler geldikten sonra bile devam etme nedenleri, yaşanılan çevreye karşı duyulan endişe ve korkular, Almanya’ya yerleşmiş tanıdıklara yakın oturma isteği, “nasıl olsa döneceğim” diye konut konusunda titiz davranmamaları, işverenlerin fabrikaya yakın yerlerde oturtmaya yönlendirmesi, hükümetin daha rahat kontrol etmek amacıyla yabancıların belli yerlerde toplanmalarına karışmaması ya da dolaylı yoldan teşvik etmesidir.

İlk başlarda en çok dört yıllık bir zaman dilimi için Almanya’ya çalışmaya gelmiş Türk işçiler dönmek için yeterli birikimi elde edememeleri  ve daha fazla tasarrufta bulunmaları amacıyla eşlerini yanlarına aldırtmaya başlamışlardı. Böylelikle doğum yeri Almanya olan Türk çocukları dünyaya gelmiştir. Almanya yabancı işçilerin çocuklarına Almanya’da bulunmaları şartıyla 25-70 Alman markı kadar yardım sağlama ve vergilerden yapılan masrafları düşürme kararı aldığından Türk işçileri çocuk parası alabilmek için Türkiye’de bulunan tüm çocuklarını ve eşlerini de yanlarına aldırtmışlardı, böylelikle Türk ailelerin birleşmesi cazip hale gelmişti.

En yoğun Türk göçmen nüfusun yaşadığı Berlin’de göçmenler hem Berlin duvarının inşası ile şehrin çeperinde kaldığından, hem de bölgenin yeniden yapılandırılması için boşaltıldığından Kruezberg bölgesine yönlendirilmişlerdir. Yıkılmayı bekleyen bölge yabancı işçiler için uygun bir mühit haline gelmiştir.

Türklerin yoğun olarak yerleştiği Kreuzberg, 1963 yılında “içinden duvar geçip de kentle özgün bağlantısını yitirdiği” gerekçesi ile yıkım bölgesi olarak ilan edilmişti. Fakat finansman sorunları nedeniyle yenileme projesi ertelenmiş, semt yıkık bir bölge haline gelmişti. Bu terkedilmiş alana Türkler yerleşerek kendi izole kültürlerini oluşturmuşlardır. Kruezberg öylesine Türk mahallesi olmuştu ki Belediye Başkanı Abendroth “böyle giderse boğulup gideceğiz (Der Spiegel, Temmuz 1973)” demek zorunda kalmıştı.

Misafir işçiler öngörüldüğünden daha fazla süredir Almanya’da yaşamaktadırlar, uzayan süreler sonucunda işçiler ailelerini yanlarına almaktadırlar ve yabancılar arasında işsizlik oranı yükselmektedir. Ayrıca bu artan nüfusun altyapı maliyetleri nedeniyle ucuz işgücünden sağlanan fayda azalmaktadır. Yabancı işçiler artık bir yük olarak görülmektedir. Buna çare olarak Almanya’ya işçi alımları durdurulmuştur, fakat buna tepki olarak Türk işçiler daha fazla eş ve çocuklarını Almanya’ya getirmiştir.

1973 yılında ortaya çıkan Petrol Krizi nedeniyle Alman ekonomisi yavaşlamış, işsizlik artmıştı. Alman toplumunda işsizliğin nedeni olarak yabancı işçiler görüldüğünden Türklere karşı muhalif hareketler de bu dönemlerde başlamıştı. Bu yaklaşım nedeniyle Türk işçileri kendi içlerine kapanmış, kendi gettolarında Alman toplumu ile ilişkilerini en aza indirecek şekilde yaşamaya başlamışlardır. Bunun neticesinde, özellikle aile birleşimi ile Almanya’ya gelen eşler ve çocuklar Alman toplumu ile entegrasyon sürecine girememiş, dolayısıyla dil öğrenemediklerinden Türkiye’den ithal edilen kültürel ürünlere yönelme ihtiyacı duymuşlardır.

Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler başlangıçta fabrika, maden ocağı, taş ocağı gibi yerlerde çalışmışlar, zamanla bazıları hem kendi işlerini yapma arzusu, hem de Almanya’da kültürel ürünlere duyulan ihtiyacın artması nedeniyle “export-import mağazaları” denen ithalat-ihracat dükkanları işletmeye başlamışlardır. Bu mağazalar gıda, elektronik eşya, kaset gibi birbirinden farklı alanlarda ürün sunmaktadır. Bu dükkanlarda Türk işçilerin helal gıda ihtiyacını karşılamak için müslümanlara özel gıda ürünlerinin satılmasının yanı sıra memleketten getirilen çok farklı ürünler de sergilenmekteydi. O dönemde Münih’te Türk işyerlerinin ve tren garının yakınındaki Bayer ve Goethe Caddesi, Köln’de Weidengasse Caddesi üzerindeki export-import mağazaları oldukça ünlüdür. Bunlardan biri de Almanya’da yaşayan Türklerin müzik hasretini sonlandırmak için Münih’te Minareci’yi açan Tahir Minareci’ydi.

Tahir Minareci de binlerce Türk gibi Sirkeci Garı’ndan gurbetin yolunu tutmuş, çeşitli işlerde çalışmıştı. Almanya’da bulunduğu yıllarda gurbetçilerin Türk müziğine hasretini fark etmiş, Türkiye’ye yaz tatili için geldiğinde Unkapanı’ndaki plakçılar çarşısından müzik kasetleri toplayıp Almanya’da satmaya başlamıştır. Talebin artması ile Almanya’da kendi mağazalarını kurmuş, 1969’da Türkçe müzik, 1980’de video kasetlerini üretmeye başlamıştır. Minareciyi Uzelli ve Türkola şirketleri izlemiştir.

Türk video kasetlerinin dağıtımı, Türkiye’den farklı ürünlerin alışverişinin yapıldığı export dükkanlarından yapılmaktaydı. Memleketten gelen her türlü ürünün bulunduğu, Türkler tarafından işletilen bu dükkanlarda bir raf da Türk video kasetlerine ayrılmakta, dükkana alışveriş için gelen Türk göçmenler diğer ürünlerin yanı sıra bu video kasetleri kiralayabilmekte veya satın alabilmekteydiler.

Bu tür dükkanlara erişimi olmayan göçmenler için ise Türk filmi ithal eden firmalar yetmişlerin başında Almanya baskıları yayınlanmaya başlayan Türk gazetelerine ilan vermekte, ilanı verilen filmi satın almak isteyen göçmenler ise ilanın altında yer alan kuponu keserek firmanın Almanya’daki merkezine postalamakta, firma ise gelen kupona göre istenilen filmi belirtilen adrese ücret karşılığında posta yoluyla iletmekteydi. 

Atalay Özçakır ellili yıllarda Türk filmlerinde rol alan bir aktördü. Sonrasında Almanya’da başarılı ticari işler yapan Özçakır’a Alman makamlarından bir teklif gelir. Terk edilmiş bir metro istasyonunun ticari bir alan haline getirilmesi teklifi karşılığında Özçakır Kapalıçarşı’dan esnafları getirerek bir Türk Pazarı oluşturur. “Turkische Bazaar” olarak anılan bu alanda diğer Türk ürünlerinin yanı sıra kaset dükkanları ve Türkiye’den gelen filmlerin satıldığı video dükkanları açılır. Bu video dükkanlarında Türkiye’den getirilen video kasetler gurbetçilere ulaştırılmaktadır. Bu pazar Berlin duvarının yıkılışı ile beraber tekrar metro istasyonu olarak hizmet görmeye başlayacaktır.

Yetmişli yıllarda Türk işçilerinin en sevdiği faaliyet sinemaya gitmekti. 1980’de Batı Berlin’de mevcut 69 sinemadan 5 tanesi programlarına Türk filmlerini almaktaydı. Fakat bu filmler Türklerin gettolarından çıkmayan eşlerine ulaşmamaktaydı. Türk işçilerin eşleri ve çocukları televizyondaki kısıtlı Türkçe yayınlar ile memleket hasretlerini gidermekteydiler.

1975 yılına dek ev içi film izlenme imkanları kısıtlıydı. Fakat Sony firması tarafından Betamax ve JVC tarafından VHS formatlarının piyasaya sürülmesi ile birlikte bu formatlara aktarılan filmlerin, yine bu formatlara uygun video oynatıcılar ile evlerde gösterimi mümkün olmuştur. Seksenli yıllara gelindiğinde Almanya’da kendi dillerinde yaygın televizyon ve radyo yayını bulamayan Türkler, video filmleri izlemek için çok sayıda video cihazı almışlardır. 1990 yılına vardığımızda piyasada toplam 6 bin civarında Türk filmi var olacaktı. Bu hafif ve ucuz video formatları sayesinde sinema salonlarına gidip Türk filmlerini izleme imkanı olmayan Türk kadın ve çocuk göçmenler videoların kiralandığı veya satıldığı dükkanlardan elde ettikleri Türk filmlerini izleyebilmekteydiler. Türklerin en çok ilgi gösterdiği filmler eğlence filmleri, komedi, arabesk melodram, macera ve polisiye ile seks filmleriydi.

Almanya’daki en kalabalık göçmen topluluğunu oluşturan Türkler diğer yabancı göçmenlere nazaran kendi dillerinde yapılan yayınlara normalin üstünde ilgi göstermekte ve video film tüketiminde birinci sırada yer almaktaydılar. Alman evlerinin yarısında video cihazı bulunurken bu oran Türk göçmen evlerinde dörtte üç oranındaydı.

Seksenli yılların başında Almanya’dan kesin dönüş yapanlar sayesinde ithal video kaset ve oynatıcılar Türkiye’ye girmeye başladı. Almanya’da izledikleri video filmleri ve video oynatıcıları yanlarında getiren gurbetçiler Türk halkını video ile tanıştırdılar. Daha öncesinde varlıklı ailelerin izlediği düşünülen video filmler kırsalda bile izlenir hale geldi. Artık video birahane, kahvehane ve gazino gibi mekanlarda dar gelirliler ile taksit veya kredi yoluyla borçlanarak evlerine video oynatıcı alan orta sınıflar için yeni bir eğlence aracıydı.

Dönüş yapan işçilerin getirdikleri cihazların büyük ilgi görmesi, gurbetçilerde bedelsiz ithalat yoluyla getirip satma fikrini oluşturdu. 1982 yılında altı ay yurt dışında kalan herkesin pasaporta yazdırarak ve gümrük vergisini ödeyerek video cihazı getirmesine izin verilmesi, 1983 yılı başında video ithalatının serbest bırakılması Türkiye’de satılmak için çok miktarda video teyp ve video kaset girmesine neden oldu. 1983 yılına dek yurt dışından, özellikle göçmen işçiler aracılığıyla getirilen video cihazların sayısı yıllık ortalama 250 bin civarındaydı. 1983 yılında Türkiye’de bir milyon video cihazı olduğu ve 5 milyon civarında video seyircisi bulunduğu tahmin edilmekteydi. 1984 yılında sadece kesin dönüş yapan işçilerle birlikte 200 bin video kaset ülkeye girecekti.

Ellili yıllarda elektriğin yaygınlaşması ile Türkiye genelinde birçok sinema salonu açılmıştı. Radyo yayınlarının bile kısıtlı olduğu bu dönemde tek tük yerli filmle sinemalara ulaşmaya çalışan Türk sineması altmışlı yıllarla birlikte bir atılımda bulunmuş, yetmişlerin ortasına dek Türk sineması Türk toplumunun en önemli seyirlik araçlarından olmuştu. Fakat yetmişli yıllarda baş göstermeye başlayan terör olayları ve Türkiye genelinde televizyon yayınlarının başlaması ile geleneksel Türk seyircisi sinema salonlarından çekilmeye başlamıştı. Uzun yıllar ailelerin doldurduğu sinema salonlarında artık seks filmleri ve ucuz avantür yapımlar gösterilmekteydi. Aileler yeni yayına başlayan televizyonu izlemeyi tercih etmekte, sinema salonlarını yeni oluşan seyirci profiline terk etmektedir.

Bu dönemde Türkiye’de sinema filmi çekmek için bölge işletmecilerinden alınan avanslar azaldığından Avrupa’daki Türk gurbetçilere video kaset pazarlamak ve filmlerin gösterim haklarını yapım şirketlerinden peşin olarak satın almak isteyen video işletmecileri Yeşilçam’da bulunan eski filmleri topluca satın alarak yarattıkları para hareketliliği ile film sektörünü hareketlendirdiler.

Daha önceden kiralık sinema salonlarında Türk filmlerini izleyen Türkler videonun ortaya çıkması ile birlikte kahvehane, çay bahçelerinde filmleri izlemeye başladılar. Oluşan talep sonucunda film depolarında çürüyen eski filmler videoya aktarılıp tekrar dolaşıma sokuldu. Bazı firmalar daha önce çekilmiş Türk filmlerinin aynılarını video ile çekerek Almanya’ya gönderiyorlardı. Daha sonrasında bu filmler yeterli olmadığından avansla Türkiye’deki firmalardan film istenmeye başlandı, partiler halinde 16 mm formatında filmler çekilip videoya aktarılarak Almanya’daki firmaya yollanıyordu. Türker İnanoğlu’nun girişimi olarak kurulan Ulusal Video beşyüz civarında Türk filminin video kaset gösterim haklarını satın alarak iç ve dış piyasaya sunmaktaydı.

Video bulundukları ülkelerde geleneklerine bağlı bir yaşam sürdüren Türk işçilerin kapalı yaşantılarında yeni bir kaçıştı. Yurt dışında çalışan Türkler apartmanlarda yarattıkları modern gettolarda video kasetlerle Yeşilçam filmleri izlemekteydiler. Türkiye’den gelen filmleri gurbet, köy, memleket havası içerdiği için ya da sırf Türkçe  duymak ve özellikle çocukların Türkçeyi unutmamaları için her yerli filmi seyretmektedirler.

Bu ihtiyacı karşılamak için seksenlerin başında başta Türkkan Video, İstanbul Arsel Film, Trans Video, Çekelez Film, Kalkavan Video, Katibim Video, Özgür Video, Sine Video, Ömür Video, Tele Star Video ve Estet Video gibi firmalar sayesinde 1981’de 428, 1982’de 370 ve 1983’te 88 film Almanya’da piyasaya çıkmıştı.

Videonun ekonomik açıdan kazançlı olduğunun anlaşılması, özellikle video üreticilerinin film pazarladığı ve sayıları giderek artan video kulüpler nedeniyle, film yapım şirketleri veya film ithalatçıları video şirketleri ile anlaşmaya başladılar. Bu anlaşmalar sonucunda Özen Film ithal ettiği filmlerin video haklarını vereceğini açıklar. Uzlar, Uluç, Tual, Mine ve Yavuz film şirketleri bütün video haklarını Star Video’ya aktarır. Erler, Akün, Gülşah ve Arzu Film şirketleri Ulusal Video ile anlaşırken ODVİ yerli film yapımcısı Hulki Saner’in stoklarını satın alır. Almanya menşeili Türkkan Video video hakları için piyasaya ikiyüz milyon ödeyerek Kuzay, Emek, Temel, Dadaş, Erler, Gülşah, Uğur, Cem, Mine, Anadolu ve Özer filmin hem yapılmış, hem yapılacak tüm filmlerinin Almanya haklarını satın alır.

Almanya’daki Türkler için eski ve yeni film diye bir şey yoktur. Film eski de olsa, piyasaya yeni giren her film yeni muamelesi görür. Belli bölgelerde kendi hemşehrileri ile birlikte yaşayan ve Avrupa kültürü ile kaynaşmamış gurbetçiler Türk filmleri seyrederek yurt dışında olmalarına rağmen duyguları ve anılarıyla Türkiye’de yaşamaya devam etmişlerdir. Seksenli yıllarda video aracılığıyla gurbetçilere ulaşan Türk filmleri memleket hasretini dindiren en önemli unsurlardan biridir.

Yetmişli yılların sonuna doğru terör olaylarının artması sonucu geleneksel Türk seyircisi artık evine dönmüştü. Artan terör olayları ve politik tıkanıklık nedeniyle 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen ihtilal ile hem politik ortam, hem sinema sanayisi bir durgunluk dönemine girmişti. Üç yıl süren sıkıyönetim döneminden sonra iktidara gelen Anavatan Partisi yönetiminde Türkiye darbenin getirdiği sıkıntıları aşmak için önceki dönemlerden farklı bir kültürel yapı oluşturmuştu. Türkiye’de iç ve dış göçle kırsaldan kente yerleşmenin kültürel sonucu olarak ortaya çıkan arabesk akımı ilk olarak 1968 yılında Orhan Gencebay ile kendini göstermişti. Altmışlı yılların sonunda Almanya’ya ihraç edilen bu müzik türü gurbetçi toplumun Türkçe ihtiyacını karşılayacak şekilde yayılmış ve benimsenmişti.

Darbe nedeniyle eski popülerliğini yitiren ve yasaklanan seks filmleri nedeniyle yeni türler arayan Türk sineması için de arabesk bir kurtuluş yolu olmuştur. 1979 yılında Türk sinemasında çekilen filmlerin sadece beşte biri arabesk temelli iken 1981 yılındaki filmlerin neredeyse yarısı arabesk kategorisinde yer almaktaydı. Bu furya Almanya’ya video film ithal eden firmaların da ilgisini çekmiş,  Almanya’da birçok arabesk temalı video film piyasaya çıkmıştı.

Türklerin Almanya’ya göçü altmışlı yılların başında Berlin Duvarının inşası ile Almanya’nın doğusundan batısına göçün engellenmesi nedeniyle oluşan işgücü açığı sonucunda başlamıştı. Yıllarca Almanya’nın işgücü açığını karşılayan yabancı işçiler 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması ile Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya göçün tekrar oluşması sonucunda yeni bir döneme girmişlerdi. Almanya’nın birleşmesi ile Almanya’nın doğusundaki işgücü gelişmiş batıya yönelmiş, bu nedenle hem yeni gelen Almanlar, hem de yerleşik yabancı işçiler için fazla istihdam nedeniyle işsizlik tehlikesi oluşmuştu. Bu işsizlik tehlikesi zamanla yabancı işçilere yönelik ırkçı tepkileri doğurmuştu. Türkler için Alamanya rüyası sona ermek üzereydi.

Doksanların başı Almanya’da çalışan gurbetçi işçiler için bir dönemin sonu olduğu gibi yetmişlerin ortalarında başlayan video döneminin de sonu olacaktır.

Avrupa ülkelerinde Türk işçilerin Türkçe hasretini dindirmek için 1965’ten beri WDR tarafından gerçekleştirilen Türkçe yayınlardan itibaren başlayan anadil hasreti 1985 yılında Türk işçilerin yoğun olarak yaşadığı Batı Berlin’de Atalay Özçakır tarafından kurulan TD1 kanalı ile bir nebze daha dinmişti. Bu kanalda (bir önceki güne ait) TRT 1 yayınları naklen aktarılmış, ayrıca Almanya’da hazırlanan programlar da yayınlanmıştı.

1989’da TRT tarafından kurulan TRT-INT ile Avrupa ülkelerinde Türkiye’den yapılan televizyon yayınları dönemi başlamıştı. Bu yayınlar uydu ile dağıtılmış, yurt dışında çanak antenler vasıtasıyla izlenmişti. 1990’da bu yayınlar kablolu yayına dahil edilerek kablo erişimi olan evlerin yarısına ulaşmıştı.

Fakat esas etkiyi, 1990’da Star1 ve 1992’de Show TV’nin Avrupa’dan yayınları göstermiştir. Uydu vasıtasıyla ulaşan bu yayınlar sayesinde 1993’te Almanya’daki Türklerin evlerinin yüzde 85.8 kadarında anadilde yayın izlenir olmuştur.

Bu yayınlar sayesinde Türk gurbetçiler memleket hasretlerini gidermekteydiler, artık dükkanlardan satın alınan, elden ele dolaşan Türkiye’den ithal video filmlere ihtiyaç duyulmamaktadır. Tıpkı Berlin duvarının yıkılması ile tarihe karışan Türk Pazarı gibi Almanya’ya ithal gönderilen video film kasetler de yok olup gidecektir.

Uydu yayınlarının yaygınlaşması ile seksenli yıllar boyunca gurbetçi Türklerin anadil ihtiyacını karşılama görevini üstlenen video kaset piyasası tamamıyla ortadan kalkmış, film tarihi içindeki yerini almıştır.